ÇATIŞMA FİZYOLOJİSİ VE ETHEM SARISÜLÜK DAVASI
YAZAN: FATİH BURAK AKBAŞ
YALOVA ÜNİVERSİTESİ HUKUK FAKÜLTESİ ÖĞRENCİSİ
A. ÇATIŞMA FİZYOLOJİSİ:
Çok cesur askerlerin de altına işediklerini biliyor muydunuz? Veya daha çok tehlike ile karşılaşan bireylerin aslında daha da şanslı olduklarını... İşte çatışma fizyolojisi dediğimiz husus; insanın bir tehlike anında vücudunun verdiği tepkidir. Bir tehlike, saldırı, korku anında insan vücudu kendiliğinden bazı tepkimeler verir. Örneğin; evinizde sakince uyurken büyük bir sesle uyandığınızı ve hemen karşınızda bir hırsız gördüğünüzü hayal edin. Veya gece vakti yolda yürürken karşıdan gelen eli bıçaklı bir adam gördüğünüzü... Hemen herkes böyle bir durum karşısında paniğe kapılır, vücudunuzda değişik tepkiler oluşur, kalbiniz hızlıca çarpar, nefes alışverişiniz artar, terlemeye başlarsınız. Bu tepkiler, karşınızdaki tehditten kaçmanız ya da savaşabilmeniz için gerekli olan değişimlerdir. Yani kısaca korku, tehlike anında ortaya çıkan bir hayatta kalma (survival) mekanizmasıdır.
Vücudumuz bir tehlike anında verdiği değişimlere adeta programlanmıştır. İnsan vücudu, tehlikeyi hissettiği andan itibaren otomatik olarak fiziksel değişim gösterir. Bu bireyin kendi iradesinde olan bir durum değil, vücudun kendi kendine gösterdiği bir değişimdir. İnsan bedeni tehlike anında kendisini savunmaya almaktadır. Şimdi ise tehlike anında insan bedeninin gösterdiği bazı değişimlerden bahsedelim;
– Kalp atışının artması ve güçlü bir şekilde çarpması: kanın ve oksijenin vücudun her yerine daha hızlı ulaşmasını sağlamak için... İnsan bedeni, otomatik olarak savunmaya geçer ve hayatta kalması için vücudun kan ve oksijen kontrolünü sağlar.
– Nefes alış ve hızının artması: vücuda daha fazla oksijen gitmesini sağlar. Nefessiz kalma, boğulma hissi, göğüste ağrı tıkanma gibi hislere yol açar. Aynı zamanda tehlikeli olmasa da beyine kan akışı azaldığı için kişi baş dönmesi, sıcak basması, buğulu görme ya da gerçeklikten kopukluk hisleri yaşamasına sebep olur.
– Kanın, bedenin hayati olmayan organlardan çekilip, hayati organlara yönelmesi: parmaklar el ve ayak gibi uzuvlardan kan çekilerek daha hayati organlara gider. Bu da tende solgunluk, uzuvlarda uyuşma, soğuma gibi belirtilere sebep olur. Kan çekilince deri kalınlığımız artar. Çünkü vücud tehlike anında bedeni korumak için otomatik olarak bir zırh gibi kendini korumayı amaçlamaktadır. Hatta korktuğumuzda ''rengin bembeyaz olmuş'' sözünün bilimsel açıklaması budur.
– Terlemenin artması: vücudun daha ıslak ve kaygan bir hale gelmesini sağlayarak, olası bir predator hayvanın yakalamasını önlemek, vücudu soğutarak aşırı ısınmayı ,harareti engellemek içindir.
– Sindirim sisteminin aktivitesinin yavaşlaması: kaç/ savaş tepkisine daha fazla enerji ayırabilmek içindir. Tükürük salınımının azalması ağızda kuruluk hislerini, sindirim sistemi aktivitesinin yavaşlaması da mide bulantısı gibi midede rahatsızlık hislerini sebep olur.
– Kas gerilmesi: kaçmak ya da savaşmaya hazırlamak için kaslar gerilir. Çünkü beden herhangi bir fiziksel müdahale ihtimaline karşılık insan iradesi dışında otomatik olarak kendini korumayı amaçlar. Bu da gerginlik, ağrılar, titreme gibi kişinin yorgun hissetmesine sebep olan belirtileri oluşturur.
- idrar kesesinin boşalması: tehlike anında, bedende otomatik olarak idrar kesesi boşalır, Korktuğumuzda altına işememizin sebebi budur.
İnsanın, tehlike anında bu tepkilerin vermesini sağlayan mekanizma sinir sistemimizdir. Otonom sinir sistemi; fizyolojik süreçleri düzenler ve bu düzenleme, bilinçli bir kontrol olmaksızın, özerk olarak gerçekleşir. Yani istemsiz faaliyetlerin çalışmasını kontrol eder. Otonom sinir sistemi, 2'e ayrılır;
1-) Sempatik sistem; bu sistem daha çok stres, tehlike ve heyecan anında devreye girer. Yukarıda bahsettiğim tehlike anındaki tepkileri bu sistem kontrol eder.
2-) Parasempatik sistem; bu sistem ise, stres, tehlike ve heyecan geçtiğinde organların tekrar normale dönmesini sağlar. Sempatik sistemden, parasempatik sisteme dönüş kişiden kişiye farklılık arz edebilir. Bazı kişiler için stres, heyecan ve korkusunun geçmesi uzun günler alabilir.
Yukarıda bahsettiğimiz üzere, insan vücudunun bir tehlike anında kendiliğinden otomatik olarak nasıl değişim gösterdiğini görmüş olduk. Fakat bahsetmediğimiz bir değişim var ki belki de en önemlisi ve konumuzla alakalı olan beyindeki değişimdir. Beynimizin yapısı itibariyle birçok lobları vardır. Konumuzla ilgisi bakımından burada sadece iki önemli lobdan bahsetmek isterim. Ön lob (frontal lob); kafamızın ön tarafında bulunan, bilgilerin öğrenildiği lobtur. Bilgiler burada depolanır. Analitik düşünme,muhakeme etmenin merkezidir. Bu lob, biliçli düşünmemizi sağlar. Yan lob(parietal lob) ise; kafamızın ortasında bulunan, orta beyin diye de adlandırılan lobtur. Bu lobun görevi ise, algılanan nesnenin yerini, yönünü saptamak, sağ ve sol ayrımı yapabilmek gibi işlevleri olan lobtur. Yan lob yani parietal lob bebekken sahip olduğumuz ve o zamandan itibaren gelişimini sağlayan lobtur. Daha iyi anlayabilmek için denilebilir ki; yan lob, ön lobu hiç olmayan bir beyinde insanın hayatını devam ettirebilmesi için gerekli olan önlemleri alan lobtur. Peki soru şu; bir tehlike anında beyindeki değişim nasıl olmaktadır?
Bir tehlike anında beyindeki ön lob kullanılamaz hale gelir. Yani ön lob işlevini yitirmektedir. Ön lobun işlevi; öğrendiğimiz bilgiler,analitik düşünme,muhakeme etmek ise tehlike anında bütün öğrendiğimiz bilgilerin hiçbir önemi olmamaktadır. Analitik düşünemeyiz ve tehlike anında ne yapacağımızı bilememekte ve muhakeme edememe durumuna gelmekteyiz. Bunu bir örnekle açıklamak gerekirse; bir kişi diyelim ki fiziki yapısı çok güçlü olsun. Ayrıca bütün dövüş sanatlarını çok iyi derecede bilsin. Hatta silah kullanma eğitimini de iyi derecede almış olsun. Akşam yolda yürürken karşıdan gelen zayıf ve güçsüz birisi ağzında küfürler savurarak bu kişinin üzerine yürümektedir. Bu durumda '''A'' kişisi diyelim, karşıdan gelen tehlikeyi fark etmektedir. Yukarıda bahsettiğimiz üzere, ''A'' kişisinin bedeni kendiliğinden otomatik olarak değişime uğramakta kalp atışı hızlanmakta, kanı çekilmekte, hızlı nefes alıp vermekte, gözbebekleri büyümekte ve hatta idrar kesesi boşalmaktadır. Bu değişimler ''A'' kişisinin elinde olan bir durum değildir. Vücud kendini otomatik olarak savunmaya almakta, sinir sistemimizdeki sempatik sistem devreye girmektedir. Yukarıda bahsettiğim gibi beyinde değişime uğramakta ve ön lob kullanılamaz hale gelmektedir. Ağzında küfürler savurarak üzerine gelen zayıf ve güçsüz biri bu da ''B''kişisi olsun. ''A'' kişisine saldırıya geçtiğinde, ''A'' kişisi en iyi şekilde bildiği dövüş sanatlarını, yakın savunma tekniklerini kullanamaz hale gelmektedir. Filmlerde çoğu kez izlediğimiz sahnelerde bir korku ve tehlike anında, kişi arabayı çalıştırmak istiyor fakat bir türlü araba kontağını takamıyor veya elindeki anahtarını düşürüyor veya kendisini öldürmek için kovalayan adamdan kaçmakta olan bir kişinin güvenli olan evine girmek için bir türlü kapıyı açamaması, anahtarını düşürmesi gibi sahnelerin temelinde insan bedeninin tehlike anında ne yapacağını bilememesinden kaynaklanmaktadır. Halbuki normal hayatında (yani parasempatik dönemde) çok rahatça açabileceği hatta bakmadan açabileceği bir kapıyı kişi sempatik dönemde açamama durumuna gelmektedir. Bunun sebebi beynimizdeki ön lobun devre dışı kalmasıdır. Peki bir tehlike anında ne yapılmalıdır? Çatışma fizyolojimizi nasıl kontrol altına alabiliriz? Bunun çözümü var mı? Var ise nedir?
Daha önce arz ettiğim gibi, tehlike anında beynimizin ön lobu ''iptal'' olmaktadır. Ön lobu iptal olan beyinde, yan lob(parietal lob) yani orta beyin devreye girmektedir. Orta beyin işlevi ise; algılanan nesnenin yerini yönünü tayin etmek, sağ sol ayrımı yapabilmek gibi temel işlevleri vardır. Aslında kısaca anlatmak gerekirse bebekken yaptığımız hareketleri yöneten lobtur. Yani bebekken bilgileri öğrenme imkanımız olmadığı için her şeyi tecrübe ederek uygularız. Örneğin; bir bebek çayın sıcak olduğunu bilmez. Ve elini çaya uzattığında,sıcaklığı hisseder ve elini geri çeker. Bundan sonra bu bebek çayın sıcak olduğunu tecrübe edinmiştir. Ve bir daha ki sefere edindiği tecrübeye binaen elini çaya uzatmayacaktır. Yukarıdaki sorulara cevap verilirse tehlike anında ön lob kullanılamıyorsa, devreye yan lob giriyorsa yan lob ise edindiğimiz tecrübeler ise tehlike anında çatışma fizyolojimizi kontrol edebilmemiz için ''TECRÜBEYE'' sahip olmamız gerekmektedir. Yazımın en başında dediğim gibi birçok tehlike anına maruz kalanların ne kadar şanslı olduklarının sebebi budur. Çünkü onlar artık tehlikeli durumlara karşı çok daha tecrübelidir. Ve tehlike anında çatışma fizyolojisini kontrol altına alabilmektedirler. Yukarıdaki örneğimize döner isek; ''B'' kişisi, ''A'' kişisine karşı saldırıya geçiyor. ''A'' kişisi eğer tehlikeli anlara karşı tecrübesi var ise, yaşadığı o çatışma fizyolojisini kontrol altına alacak ve edindiği bilgileri tecrübeyle birlikte uygulayacaktır. Çünkü ''A'' kişisi bu durumları önceden yaşadı ve artık ne şekilde hareket edebileceğini tecrübe etmiştir. Tabi ki ''A'' kişisi tecrübeli olsa dahi yine çatışma fizyolojisini yaşayacak, kalp atışı hızlanacak, idrar kesesi boşalacaktır. Fakat bunları yaşarken de ne şekilde hareket edebileceğini bilecektir. Birey istediği kadar yakın dövüş eğitimleri alsın, istediği kadar silah kullanma becerisi iyi olsun şayet tecrübesi yoksa bunların hiçbir manası kalmayacaktır.Buraya kadar çatışma fizyolojisini inceledik ve şimdi ise işi gereği tehlikeli durumlarda sıkça bulunan kolluk kuvvetlerinin, çatışma fizyolojisindeki yerine değineceğiz.
B. KOLLUK KUVVETLERİNİN ÇATIŞMA FİZYOLOJİSİNDEKİ YERİ:
Tehlikeli durumlarda sıkça karşılaşan meslek grubu askerler ve polislerdir. Askerler ve polisler toplumun huzur ve güvenliğini sağlamak adına tehlikeli ve stresli ortamlarda bulunmaktadırlar. Çünkü devlet ile toplumun sosyal kontraktın en büyük teminatçılarından biri polistir. Dolayısıyla kolluk kuvvetlerine verilen eğitim, toplumun güvenliği açısından önem arz eder. Polislik, mesleği gereği birçok tehlike anında bulunması nedeniyle her polis çatışma fizyolojisini yaşamaktadır. Çünkü daha önce belirttiğimiz gibi çatışma fizyolojisi, insan iradesinden bağımsız,özerk biçimde devreye girmektedir.
Polis eğitiminde, bir polisin en temel bilmesi gereken öncelikle HUKUKTUR. Çağdaş polis eğitiminde,kolluk kuvvetlerine ''law enforcement'' denmektedir. Yani kanun koruyucu. Kanun bilmeyen bir polis kanunu nasıl koruyacaktır? Bu bakımdan hukuku öncelikle bilip,meslek gereği tehlikeli anlarda ne yapılacağına dair eğitimi de iyi bir şekilde almalıdır. Yakın dövüş, fiziki güç, temel atış tekniklerini iyi bilmesi gerekmektedir. Günümüzde maalesef sadece altı ayda polislik eğitimi verilmektedir. Bu altı ay içinde hem hukuku,hem diğer mesleki gerekliliklerini bir polis nasıl öğrenecektir! Hele ki konumuza dönersek altı ay içinde eğitim alan bir polis mesleğe başladığında,çatışma fizyolojisini yaşayacak bunu nasıl kontrol edecektir? Ki kolluk kuvvetleri en hassas olan meslek gruplarından biridir. Bir örnekle konuyu detaylı olarak inceleyelim; ''A'' kişisi, polislik mesleğini icra etmek için polis eğitim merkezinde eğitimine başlasın. Ve altı ay içinde, çok iyi bir eğitim alarak hem hukuku, hem mesleki eğitimini tamamlasın.(Tabi iyi derecede bir eğitim, altı ayda çok zordur,dolayısıyla olumlu düşünerek hareket etmek istiyorum. Ayrıca günümüz polis eğitimiyle alakalı ciddi sorunlar ayrı bir konudur.) Mesleki eğitimini tamamlayan ''A'' polisi, bir sokakta devriye gezerken, iki kişinin bir bankayı soyduğunu görmüş olsun. Kanunun ona yüklediği yükümlülüğü gereği olaya müdahale etmek zorundadır. Müdahale edeceği sırada ''A'' polisi çatışma fizyolojisini yaşayacak, yukarıda bahsettiğimiz bedendeki değişimlerin hepsi meydana gelecektir. Ve de en önemlisi ön lob ''iptal'' olacak, eğitimini iyi derecede aldığı bütün bilgileri, analitik düşünmeyi ne yapması gerektiğini uygulayamayacak hale gelecektir. Çünkü bu polisin, tecrübesi yoktur. Aldığı eğitimler tecrübeyle yoğrulmamıştır. Gerçek bir vakıadan yola çıkarsak, güneydoğuda pkklı teröristlerle askerimiz kırsal sahada çatışmaya girmiştir. Pkklı terörist sadece bir mermi atmış, askerimiz o merminin sesinden etkilenmiş, çatışma fizyolojisini yaşayarak adeta şoka girmiş etrafına boş ateş ederek sarjörünü bitirmiştir. Sonra bu terörist, sadece tek mermi harcayarak,bir mermisini daha kullanmamış,askerimizin başını keserek şehit etmiştir. Diğer bir gerçek vakıa ise; bir oto takip sonucu yakalanan şüphelileri etkisiz hale getiren polis memurları, şüpheliyi yere yatırarak kelepçe takmışlardır!(Aslında çatışma fizyolojisinin etkisiyle kelepçeyi polis memuru takamamıştır,bedendeki değişimin etkisiyle taktığını zannetmiştir.) Şüpheliyi etkisiz hale getiren polis memurları, çatışma fizyolojisini muhakkak yaşamışlardır. Daha sonra ekip arabasına şüpheliyi bindirip, karakola götürürken, şüpheli tam olarak takılmayan kelepçeden kendini kurtarak,polis memurundaki silahı bir anda alıp iki polis memurumuzu şehit etmiştir.
Bu tip olayların sebebi; askerimiz ve polisimiz ne kadar iyi bir eğitim alsa da tecrübesi yoksa bu aldıkları eğitimin, öğrendikleri bilginin hiçbir önemi yoktur. Amerikada'ki polis eğitiminde, polis adaylarına hiç haber verilmeden, gerçek bir çatışmaya girileceğini söyleyerek suni bir çatışma ortamı yaratırlar. Ve adaylar aldıkları eğitimi bu suni çatışma ortamında sıkça tekrar ederek tecrübe kazanırlar. Ayrıca Uluslararası Polis Şefleri Birliği(IACP) tarafından yayınlanan protokole göre,silahlı bir çatışmaya giren polis memuruna bu olayı müteakip 3-4 gün izin verilme zorunluluğu ortaya konmuştur. Bunun sebebi tehlike anında sempatik sistemimiz devreye girer, bedendeki değişimler yaşanır sonra bedenin tekrar eski hale gelmesi yani parasempatik sisteme dönmesi belli bir zaman almaktadır. Şayet bu izin verilmezse, polis hala çatışma fizyolojisinin etkisinde görevine devam etmekte olup, aldığı bütün eğitimini bir başka olayda dahi kullanamaz hale gelecektir. Ve bu durum oldukça ciddi,vahim sonuçlara neden olmaktadır. Çünkü,yüksek riskli,heyecan ve stres içeren hadiselerin hemen arkası bir polisin en kırılgan olduğu andır. Yukarıdaki örnekte olduğu gibi, oto takip sonucunda şüpheliyi etkisiz hale getirdikten hemen sonra, o polis ekibi başka işlem yapmayıp, başka bir ekip çağırarak diğer işlemleri o başka ekip yapmalıdır. Ve olaya müdahale eden ekibe de 3-4 gün izin verilmelidir. Ki Amerika'da durum bu şekildedir.
Ülkemizde verilen polis eğitiminin yeteri kadar verilmediği ve en önemlisi tecrübe eğitiminin sağlanamadığı için birçok olumsuz vakıalar meydana gelmektedir. Hatta günümüzdeki polis mesleğinin çalışma şartları incelendiğinde, riskli ve tehlikeli olaydan sonra izinlerin verilmemesi, mesai saatlerinin fazlalığı ve toplumsal olaylar meydana geldiğinde uykusuz kalan bir polisin tehlikeli durumlarda çatışma fizyolojisini yaşaması daha kolay olacaktır.Ve dolayısıyla bu tip olaylar sonucunda ölümler, yaralanmalar meydana gelip ve birçok polis soruşturma geçirmektedir. Peki bir polisin bu tip olaylar sonucunda hukuki sorumluluğu ne olacaktır? Bu durumu herhangi bir siyasi saikten uzak bir şekilde sadece hukuki olarak özelde ethem sarısülük davası üzerinden ele almak isterim.
C. ETHEM SARISÜLÜK DAVASI
1 Haziran 2013 tarihinde gezi parkı eylemlerine destek amacıyla Kızılay Meydanı'na giden Ethem Sarısülük başına isabet eden kurşunla yaşamını yitirdiği olayda, gezi parkı eylemlerinde eylemciler Kızılay Meydanı'nda Güvenpark civarında protestolara başlamış, kolluk kuvvetleri ise eyleme katılanları dağıtmak istemiştir. Görüntülerden izlediğimiz kadarıyla, çevik kuvvet ekibinden Ahmet Şahbaz eylemcilerle karşı karşıya kalmış ve silahından çıkan kurşunla Ethem Sarısülük'ün yaşamını yitirmesine sebep olmuştur.
Şimdi olayı konumuzla alakalı incelersek Ahmet Şahbaz adlı polis memuru toplumsal olaya müdahale etme esnasında yukarıda bahsettiğimiz çatışma fizyolojisini yaşadığı muhakkaktır. Çünkü tehlikeli ve stresli bir olayda insan vücudu özerk bir şekilde kendini korumayı amaçlamaktadır. Karşı tarafta eylemciler var ve bir kargaşa mevcuttur, hatta görüntülerden de anlaşılacağı üzere taşlar da atılmaktadır. Olayda PVSK md.16 'nın tartışılması kanaatimce gereksizdir. Çünkü olayda ilk olarak uyarı, sonra bedeni kuvvet, ardından maddi güç daha sonrasında ise kanuni şartlar gerçekleştiğinde silah kullanması kademeli olarak gerçekleşmiştir. Silah kullanmada kanuni şartlar söz konusu maddede belirtilmiş, ''DUR'' ihtarı yaptıktan sonra hala olay devam etmekte ise eylemcileri dağıtmak için havaya ateş edilmiştir. İşte tam bu noktada Ahmet Şahbaz bu kargaşanın içinde çatışma fizyolojisi yaşadığı muhakkak olduğu için 3 el ateş ettikten sonra sonuncu mermi Ethem Sarısülük'ün başına isabet etmiş ve Ethem Sarısülük yaşamını yitirmiştir. Ahmet Şahbaz'ın polislik eğitiminde aldığı temel atış teknikleri eğitimi iyi veya kötü olduğuna bakmıyorum. Çünkü silah kullanma becerisi her ne kadar iyi olsa da Ahmet Şahbaz çatışma fizyolojisinin etkisiyle ön lobu kullanamaz hale gelecek ve öğrendiği tüm bilgileri uygulayamayacak durumda olacaktır. Çünkü daha kendisi genç ve daha önce hiç böyle bir tecrübe yaşamamış ve iyi eğitim verilmediğinden böyle bir tecrübeyi de kazanamamıştır.
Yargılama sürecine geldiğimizde, Ankara 6'ncı Ağır ceza mahkemesi 'olası kastla adam öldürme' suçundan yargılanan Ahmet Şahbaz'a 7 yıl, 9 ay,10 gün hapis verdi. Karar temyiz edildi, Yargıtay 1'nci Ceza Dairesi kararı usulden bozarak, dosyayı yerel mahkemeye gönderdi. Yerel mahkeme TCK md.27/1 meşru müdafaada sınırın aşılması kapsamında değerlendirmiş daha sonra TCK md.62/1 kapsamında 1/6 oranında indirim yaparak 1 yıl, 8 ay ardından iyi hal indirimiyle birlikte 1 yıl,4 ay, 20 gün hapis cezası verdi. Mahkeme heyeti hapis cezasını 10 bin 100 lira para cezasına çevirmiştir.
C. HUKUKİ DEĞERLENDİRME:
Hukuki değerlendirmeye geldiğimizde, mahkeme kararlarını incelemeden önce öldürme suçu bakımından Ahmet Şahbaz'ın yaptığı hareketin ceza hukuku bakımından ''fiil'' kavramına girip girmediği hususuna kısaca değinmek isterim. Ceza hukuku kapsamında fiil; kişinin iradesi tarafından hükmedilen veya hükmedilebilecek, belirli amaca yönelen, dış dünyada cereyan eden icrai yahut ihmali bir insan davranışıdır.(Artuk- Gökçen- Yenidünya) İzzet Özgenç'e göre fiil; kişinin iradesiyle hakim olduğu belli bir neticeyi gerçekleştirmeye matuf ve harici dünyada cereyan eden bir davranıştır. Bu bakımdan fiil kavramını incelediğimizde öncelikli olarak sadece iradi olan insan davranışları fiil niteliğine sahiptir. Dolayısıyla yönlendirici iradenin ürünü olmayan davranışlar ceza hukuku bakımından önem arz etmemektedir. İkinci olarak; bir insan davranışı olmalıdır. Doğal olaylar ve hayvan hareketleri fiil vasfına haiz değildir. Ayrıca belirli bir fiil olmalı ve dış dünyaya herhangi bir etkisi olmalıdır. Olayı incelediğimizde, Ahmet Şahbaz çatışma fizyolojisinin etkisiyle bir hareket gerçekleştirmektedir. Çatışma fizyolojisinde bahsettiğimiz üzere, insan bedeni özerk bir şekilde hareket etmekte ve irade dışı değişim göstermektedir. İşte bu noktada fiilin iradi olmasının gerekliliği kapsamında değerlendirilmesi gerekir. Yani Ahmet Şahbaz'ın hareketi yönlendirici iradenin ürünü müdür? Kanaatimce Ahmet Şahbaz'ın hareketi ceza hukuku bakımından fiil vasfına haizdir. Çünkü ceza hukuku anlamında fiil ile fiil olmayan arasındaki sınır iradenin mutlak olarak devre dışı kalıp kalmamasıyla ilgilidir. Esasen bu olayda irade mutlak olarak devre dışı kalmamaktadır. Objektif olarak bir irade mevcuttur. Çatışma fizyolojisinin etkisiyle yönlendirici irade, ön lobun etkisinde değil fakat yan lobun etkisiyle hareket etmektedir. Dolayısıyla yönlendirici irade yan lobtur. Sonuç olarak irade mevcuttur. Fakat bu irade yani yan lobun etkisinde olan irade, tecrübelerle edindiğimiz otomatik davranışlardır. Bu davranışlar kemikleşmiş reaksiyon olarak değerlendirilir. Bu durum bahsi geçen davranışın güncel bilinçle yapılmadığını gösterir, ancak buna rağmen davranışı yapan iradesini yönlendirme imkanına sahiptir.(Artuk- Gökçen- Yenidünya) Yani hareket fiil vasfına haizdir fakat failin kusurlu olup olmadığı hususu gündeme gelebilir. Önemle belirtmek gerekir ki; zorlanmışlık nedeniyle kusurun söz konusu olamayacağı halle, irade ürünü olmayan ve dolayısıyla fiil vasfına haiz olmayan insan davranışı arasındaki sınır; her müşahhas olayın şartları dikkate alınarak tayin edilmelidir.(İzzet Özgenç) Sonuç olarak Ahmet Şahbaz'ın hareketi ceza hukuku anlamında fiil kapsamındadır.
Fiil kavramını kısaca arz ettikten sonra ilk olarak Ankara 6'ncı Ağır ceza mahkemesi'nin verdiği 'olası kastla adam öldürme' suçunu irdeleyelim. Mahkeme suçun maddi unsurlarının gerçekleştiğine kanaat getirdikten sonra manevi unsurlar bakımından olayı çözmüş adam öldürme suçunun olası kastla işlendiğine hükmetmiştir. Kast; TCK'nın tanımına göre;''suçun kanuni tanımındaki unsurların bilerek ve istenerek gerçekleştirilmesidir.'' Buna göre kastın iki unsuru olan ''bilme''ve '' isteme'' söz konusudur. Kastın türlerinden biri olan olası kast ise; yine TCK 21/2'de '' kişinin suçun kanuni tanımındaki unsurların gerçekleşebileceğini öngörmesine rağmen fiili işlemesi''şeklinde tanımlanmıştır. Yani fail, suçun unsurlarını öngörmüş fakat isteme unsuru eksik kalmıştır. Fail işlediği fiilin muhtemel bazı neticeleri olabileceğini öngörmüş ve bu neticeler muhtemel ve mümkün olabileceğini tasavvur etmiş ama bu neticeleri kabullenmiş, göze almış, kayıtsız kalmış, engellemek için hiçbir çaba harcamamış fiiline devam etmiş, olayın seyrine bırakmış kısacası ''olursa olsun'' demiştir. Olası kast için; fail suçun unsurlarını gerçekleştireceği tehlikenin varlığını bilmesi gerekmektedir. Böyle bir tehlikenin gerçekleşebileceğini ciddiye alıp, tehlikenin gerçekleşmesini kabullenmesi gerekmektedir. Bu unsurlar gerçekleştiği takdirde olası kasttan bahsedebiliriz. Somut olaya gelince, Ahmet Şahbaz, olay yerinde kendisine saldıran kalabalığa karşı kendini korumak ve kalabalığı dağıtmak adına havaya üç el ateş etmiştir. Yani Ahmet Şahbaz'ın asıl amacı kendini korumak ve kalabalığı dağıtmaktır. Bunu yaparken de silahını çektiğinde Ethem Sarısülük'ün başına kurşun isabet etmesi durumu yani tali nitelikteki muhtemel netice olan başına kurşun isabet etmesini kanaatimce göze almış değildir. Ölürse de ölsün mantığıyla hareket etmemiştir. Çünkü görüntülerde izlediğimiz kadarıyla silahıyla 3 el ateş ettikten hemen sonra arkasını dönerek kaçıp, bir an önce o tehlikeli bölgeden kendini uzaklaştırmak istemiştir. Ahmet Şahbaz'ın o andaki tavır davranışları bakımından zannımca öldürme suçu kapsamında olası kastı söz konusu değildir.
Temyiz üzerine Yargıtay 1'nci Ceza Dairesi'ne dava dosyayı gitmiştir. Yargıtay kararı usulden bozarak( Yargıtay usulden bozduğu için Yargıtay'ın bu bozma kararını incelememiş bulunmaktayım.) yerel mahkemeye göndermiştir. Yerel mahkeme tekrar esasa girerek inceleme yaparak ''Meşru müdafaada kastı aşarak ölüme neden olma'' suçuna hükmetmiştir. Yerel mahkemenin bu kararını incelediğimizde; yerel mahkeme TCK md.27/1 kapsamında değerlendirmiş, olayda bir hukuka uygunluk sebebinin varlığını tespit edip, bu hukuka uygunluk sebeplerinde sınırın aşıldığına kanaat getirmiştir. İlk olarak somut olayda bir hukuka uygunluk sebebini tespit edip, mevcut şartlarda bu sebebin oluşup oluşmadığını irdelemek gerekir.
Mahkeme somut olayı hukuka uygunluk sebeplerinden meşru müdafaa kapsamında değerlendirmiştir. Aslında zannımca burada birden fazla hukuka uygunluk sebebi vardır. Birincisi; mahkemenin tespit ettiği TCK md. 25/1 meşru müdafaa, ikincisi TCK md.24/1 görevin yerine getirilmesidir. Bu iki hukuka uygunluk sebebi yarışmıştır. Fakat mahkeme meşru müdafaa kapsamında değerlendirmiştir. PVSK md.16 kapsamında ''Polis, kendisine veya başkasına yönelik bir saldırı karşısında, zor kullanmaya ilişkin koşullara bağlı kalmaksızın, 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun meşru savunmaya ilişkin hükümleri çerçevesinde savunmada bulunur.'' Meşru müdafaa TCK md.25/1; Gerek kendisine ve gerek başkasına ait bir hakka yönelmiş, gerçekleşen, gerçekleşmesi veya tekrarı muhakkak olan haksız bir saldırıyı o anda hal ve koşullara göre saldırı ile orantılı biçimde defetmek zorunluluğu ile işlenen fiillerden dolayı faile ceza verilmez.
Meşru müdafaanın şartlarını incelediğimizde; saldırıya ilişkin şartlar bakımından; öncelikle mevcut, gerçekleşmesi veya tekrarı kesin olan bir saldırı olmalı, bu saldırı haksız olmalı ve gerek kendisine gerek başkasına ait bir hakka yönelmiş olmalıdır. Olayımızı incelediğimizde, görüntülerden de anlaşılacağı üzere Ahmet Şahbaz'a eylemciler tarafından bir saldırı olduğu muhakkaktır. Saldırının haksız olması; hukuk düzeninin izin vermediği bir saldırı demektir. Bu hukuk düzenini tüm hukuk düzeni bağlamında düşünülmelidir. Bu kapsamda hukuk düzeni tarafından (valiliklerce izin verilmeyen) izin verilmeyen bir toplumsal olayda polise saldırı haksız bir saldırıdır. Zaten polise saldırı başlı başına haksız bir saldırıdır. Ve Ahmet Şahbaz'ın vücut dokunulmazlığı hakkına bir saldırı mevcuttur. Savunmaya ilişkin şartlar bakımından; savunmanın gerekli olması ve saldırı ile savunma arasında bir oran bulunması gerekir. Olayda saldırı ve savunma arasında oran tartışılabilir. Çünkü bu durum savunmanın meşruluğunun esasını oluşturmaktadır. Olması gereken maruz kalınan saldırıyı defedecek ölçüde olmasıdır. Ölçüsüzlük halinde sınır aşılmıştır. Savunmada kullanılan aracın saldırıyı uzaklaştırmaya yetecek ölçüde kullanılıp kullanılmadığı önemlidir. Bu bağlamda dikkatsizlik ve özensizlik sebebiyle araç ölçüsüz kullanılırsa, savunmada sınırın taksir ile aşılması söz konusu olur. Buna karşılık içinde bulunduğu korku ,heyecan , ve telaştan dolayı aşılmışsa faile ceza verilmez.
Olayımıza döndüğümüzde, meşru müdafaa şartları gerçekleşmiştir. Fakat mahkeme bu hukuka uygunluk sebeplerinden biri olan meşru müdafaanın maddi şartlarında sınırın aşılmış olduğuna hükmetmiştir. (TCK md27/1) Bu madde hükmü sınırın ölçü yönünden aşıldığı hallerde uygulanır. Sınırın ölçü yönünden aşılması ile kastedilen, hukuka uygunluk sebeplerin maddi şartlarında sınırın aşılmış olmasıdır. Olayımızda meşru müdafaanın maddi şartlarında sınırın aşılması, savunmanın ölçüsünü aşmaktır. Olayda Ahmet Şahbaz saldırıyı defetmek amacıyla PVSK md.16 kapsamında hareket etmiş, havaya ateş etmek isterken çatışma fizyolojisinin etkisiyle bunu tam olarak yapamamış ve Ethem Sarısülük'ün yaşamını yitirmesine sebep olmuştur. TCK md. 27/1; ''Ceza sorumluluğunu kaldıran nedenlerde sınırın kast olmaksızın aşılması halinde, fiil taksirle işlendiğinde de cezalandırılıyorsa, taksirli suç için kanunda yazılı cezanın altıda birinden üçte birine kadarı indirilerek hükmolunur.'' Bu madde hükmü uyarınca, kast olmadığı muhakkaktır. Daha önce de arz ettiğim gibi kastın unsurlarından ''bilme'' ve ''isteme'' yoktur. Burada failin hareketi taksirinden ileri geldiğinin belirlenmesi ve işlenen suçunda taksirle işlenebileceği durumunda bu madde hükmü tatbik edilir. Öldürme suçu, taksirle işlenebilen bir suçtur. Peki Ahmet Şahbaz'ın taksirinden mi ileri gelmiştir?
TCK taksir hakkında genel bir tanım yapmaktan kaçınmış, bilinçli ve bilinçsiz taksir olarak ele alıp ayrı ayrı tanım yapmıştır. TCK md.22/2 de belirtilen ''Taksir, dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla, bir davranışın suçun kanuni tanımında belirtilen neticesi öngörülmeyerek gerçekleştirilmesidir.'' Taksirin cezalandırılmasının nedeni toplumun fertlere yüklediği dikkat ve özen yükümlülüğüdür. Toplumda var olan ''güven prensibi'' ilkesine dayalıdır. Toplumsal hayatta yaşayan her birey, diğer bireylerin dikkat ve özenli davranacağına güvenmektedir. Esasen taksirin özünü objektif özen yükümlülüğünün ihlali oluşturmaktır. Objektif özen yükümlülüğünden kasıt, failin kişisel özellikleri dikkate alınmaksızın ve failin somut olayda hangi özeni gösterdiğine bakılmaksızın genel olarak gerekli olan özen ifade edilmektedir. Failin durumundaki makul ve tedbirli bir insanın tercih edeceği davranış özenli davranıştır. Yani burada dikkat ve özen yükümlülüğünü objektif olarak ele alınıp, öngörülebilir bir neticeye ortalama herhangi bir insanın göstermesi gereken dikkat ve özen söz konusudur. Burada dikkat edilmesi gereken neticenin öngörülebilirlik hususudur. Yani objektif özen yükümlülüğünün yerine getirilmesi öngörülebilir olmasıdır. Daha iyi anlatımla, failin mensubu bulunduğu toplum kesiminin ortalama bir ferdi bakımından, dikkat ve özen yükümlülüğünün ihlalinin suç tipini gerçekleştirmesini öngörüp öngöremeyeceği araştırılmalıdır. Fakat burada dikkat edilmesi gereken az sonra arz edeceğim üzere failin bu dikkat ve özenin kendisinden beklenip beklenmeyeceği hususuyla karıştırılmamasıdır.. Burada hem objektif özen yükümlülüğünü hem de objektif özen yükümlülüğünün öngörülebilirliğini objektif olarak ele alınmaktadır.Taksirli suçun haksızlık unsurunu yani tipikliğini yukarıda bahsettiğimiz objektif özen yükümlülüğünün ihlali oluşturmaktadır. Bu yükümlülüğün ihlali bakımından failin kişisel olarak kınanabilip kınanamayacağı ise kusur bakımından bir değerlendirme gerektirmektedir O halde taksir için iki önemli nokta; birincisi taksirli suçun objektif yönünü belirlememiz lazımdır. Ki yukarıda bahsettiğimiz açıklamalar taksirin objektif yönünü, haksızlık unsurunu, tipikliğini ortaya koymaktadır. İkinci olarak; Öngörülen dikkat ve özen yükümlülüğünün kişisel olarak failin zekası, eğitimi, kabiliyeti, tecrübesi, vs. göre yerine getirilip getirilemeyeceğine bakılmalıdır.'''' Taksirli suçta mutlaka normatif bir değerlendirme unsuruna ihtiyaç vardır. Taksirli sorumluluğun esası, objektif dikkat ve özen yükümlülüğünün ihlali ile zararlı veya tehlikeli neticenin öngörülmemesi (bilinçsiz taksir) veya öngörülmesine rağmen önlenememesidir.(bilinçli taksir) Dikkat ve özen yükümlülüğünün ihlali sebebiyle failin kınanabilip-kınanamayacağı ise ayrı bir değerlendirmeyi gerekli kılmaktadır. Bu değerlendirme objektif değil, sübjektif bir nitelik arz etmektedir. ''ortalama insan'' veya '' failin mensup olduğu sosyal sınıfın ortalama insanı'' değil, failin kişisel nitelikleri dikkate alınarak zekası, eğitimi, yaşam koşulları, tecrübeleri somut olayda bu yükümlülüğü yerine getirip getiremeyeceği göz önünde bulundurulmalıdır.''''(Artuk-Gökçen-Yenidünya) Bu noktadan bakıldığında objektif dikkat ve özen yükümlülüğünün ihlali taksirin haksızlık unsurunu, bu yükümlülüğün failden beklenip beklenemeyeceği ise kusurluluğu ilgilendirmektedir. Buna taksirin çifte fonksiyonu adı verilmektedir. İzzet ÖZGENÇ de benzer şekilde yaklaşmış; ''Haksızlık teşkil eden fiilin işlenmesi halinde bu haksızlığı gerçekleştiren kişinin şahsi özelliklerini dikkate almaksızın, bu fiil hakkında değerlendirme yargısında bulunulmalıdır. Buna karşılık, kusur söz konusu olduğunda, gerçekleştirdiği haksızlık dolayısıyla bir insan olarak faili hangi şartlarda sorumlu tutabileceğimiz tetkik konusu edilmektedir. Kısaca kusur, gerçekleştirdiği haksızlıkla ilgili olarak faildeki '' iradenin oluşum şartlarının tespiti'' ve bu tespite binaen gerçekleştirdiği haksızlık dolayısıyla failin şahsen muaheze edilmesi gerekip gerekmediği hususundaki yargıyı ifade eder.'' Sonuç olarak taksirden bahsedebilmemiz için iki önemli şartımız vardır. Birincisi; objektif özen yükümlüğünün ihlalinin tespiti (taksirin haksızlık unsuru) ikincisi ise; bu özen yükümlülüğü ihlalinin failden beklenip beklenemeyeceği hususudur. Bu iki şartın birlikte gerçekleşmesi elzemdir. Şimdi bu bilgiler ışığında somut olayımız olan Ethem Sarısülük davasında verilen kararı yorumlayalım.
Olayda Ahmet Şahbaz toplumsal olaya müdahale etmek ve kendini korumak amacıyla silahını alıp havaya 3 el ateş etmiştir. Son kursun Ethem Sarısülük'ün başına isabet etmiştir. Normal olarak bir polisten beklenen silahını doğru bir şekilde ele alıp, nizami şekilde havaya ateş etmesidir. Çünkü verilen eğitim bunu gerektirmektedir. Bunun için polis meslek yüksek okullarında Temel Atış ve Teknikleri dersi zorunlu olarak okutulmakta ayrıca kamp dönemlerinde silahlı eğitim sıklıkla verilmektedir. Ortalama olarak bir polisten beklenen silahını beceriyle kullanmasıdır. Dolayısıyla taksirin haksızlık unsuru olan objektif özen yükümlülüğünün ihlali somut olayımızda mevcuttur. Burada ayrıca belirtmem gerekir ki bilirkişi raporları ve Ahmet Şahbaz'ın polis meslek yüksek okulunda Temel Atış Ve Teknikleri dersindeki başarı durumu da ayrıca incelenmelidir. Taksirden söz edebilmemiz için ikinci husus; bu özen yükümlülüğü ihlalinin Ahmet Şahbaz'dan beklenip beklenemeyeceği hususudur. Daha önce sıklıkla bahsettiğim üzere çatışma fizyolojisi bir tehlike ve stres anında bedende insan iradesinden özerk olarak değişim göstermekte ve en önemlisi beyindeki ön lobun kullanılamaz hale gelip yan lobun devreye girmesidir. Ahmet Şahbaz tehlikeli ve stresli bir ortamdadır. Bedeni kendi iradesinden özerk biçimde değişim göstermekte ön lobun işlevini yitirmesiyle öğrendiği tüm bilgileri uygulayamaz hale gelmektedir. Ahmet Şahbaz polislik eğitimini iyi derecede alsa dahi Temel Atış Ve Teknikleri çok iyi olsa dahi o anda istese de uygulayamacak durumdadır. Ve bu durum kendi iradesinden özerk biçimdedir. Ahmet Şahbaz'dan o an için silahını iyi derecede kullanması beklenemez. Yani özen yükümlülüğünün ihlali Ahmet Şahbaz'dan beklenemez. Çünkü çatışma fizyoloji fizyolojik bir durumdur. Bu bakımdan ötürü Ahmet Şahbaz'ın kınanabilip kınanamayacağı hususundaki kusur değerlendirmesi yaptığımızda kanımca Ahmet Şahbaz'ın kusuru bulunmamaktadır. Çünkü kusurun iki unsurundan biri olan irade yeteneği mevcut değildir. İrade yeteneği; İşlediği fiilin hukuki anlam ve muhtevasını idrak eden kişinin kendisine etkide bulunan, sevki tabiileri, iç dürtüleri kontrol altına alarak, toplumda mevcut ve hakim değerler ve dolayısıyla davranış normlarının kendisine yüklediği yükümlülükler doğrultusunda karar verme yeteneğine sahip olmasını ifade eder. Kişi ruhen sağlıklı, yetişkin, her insanın normal şartlar altında sahip olduğu davranışlarını yönlendirebilme kabiliyetine işlediği fiil açısından müşahhas olayda sahip olmalı ki kusurundan bahsedelim.(İzzet ÖZGENÇ)
Ahmet Şahbaz genç bir polis olması ve tecrübeyle yoğrulmamış iyi bir eğitim verilmemesinden ötürü çatışma fizyolojisini kontrol altına alamamıştır. Şayet tecrübeyle yoğrulmuş iyi bir eğitim verilseydi Ahmet Şahbaz tehlikeli anda devreye giren yan lobunu ihmal etmemiş olacak ve nasıl davranması gerektiği gibi öyle davranacaktı. Kişinin akletme kabiliyeti bakımından, ruhi bakımdan bir maluliyet, objektif özen yükümlülüğünün şuurunda olmadığı veya içinde bulunduğu şartlar itibariyle irade kabiliyetinin mevcut olmadığı hususlarında şayet müşahhas olarak dayanak noktaları mevcut ise taksirle işlenen suçtan dolayı fail kusursuzdur. Sonuç olarak Ahmet Şahbaz'ın o anda çatışma fizyolojisini kontrol edememesi kendisinden beklenemeyeceğinden dolayı Ahmet Şahbaz'ın kusuru yoktur. Fakat taksirle işlenen suçun haksızlık teşkil etme özelliği varlığını korumaktadır. Dolayısıyla mahkeme ceza verilmesine yer olmadığına dair karar vermesi gerekirdi. Esasen mahkeme çatışma fizyolojisini dikkate alsaydı TCK md.27/2 ''Meşru savunmada sınırın aşılması mazur görülebilecek bir heyecan, korku veya telaştan ileri gelmiş ise faile ceza verilmez.'' Kapsamında değerlendirebilirdi. Mahkemenin TCK md.27/2 kapsamında değerlendirmemesi bize şunu göstermektedir. Failin kusurlu olduğunu, mahkeme heyeti kanaat getirmiştir. Şayet mahkeme heyeti failin kusurunun olmadığına kanaat getirseydi TCK 27/2' e gidebilirdi. Fakat TCK md.27/2 hukuka uygunluk sebeplerinden sadece meşru müdafaa ya ilişkindir. Yani diğer hukuka uygunluk sebeplerinde sınırın korku, telaş, ve heyecandan kaynaklı sınırın aşılmasında bu hüküm tatbik edilemeyecektir. Örneğin; somut olayda mahkeme heyeti hukuka uygunluk sebeplerinden TCK md.24/1 kanun hükmünü yerine getirme kapsamında değerlendirseydi korku,telaş, heyecan veya çatışma fizyolojisinden dolayı TCK md.27/2 kapsamında değerlendiremeyecek ancak TCK md.27/1 kapsamında değerlendirip, yukarıda açıkladığımız hususları dikkate alması gerekecekti.
D. ELEŞTİRİ VE SONUÇ:
Şimdiye kadar çatışma fizyolojisinin ne olduğunu, insan bedeninin tehlikeli anlarda ne tür bir değişim gösterdiğini, tehlikeli ve stresli anlarda sık bulunan kolluk kuvvetlerindeki yerini ve özelde Ethem Sarısülük davasını arz etmiş bulunduk. Çatışma fizyolojisi tehlikeli ve stresli anlarda kendini gösterdiğinden ötürü her tehlikeli ve stresli anlarda bireyler de bu değişimi yaşamaktadırlar. Ve en çok da meslekleri gereği bu tehlikeli anlarda bulunan kolluk kuvvetleri çatışma fizyolojisine maruz kalmaktadır. O zaman ceza sorumluluğu bakımından bu çatışma fizyolojisinin etkisiyle bireyde kusur değerlendirmesi yaparak kusursuz yargısında bulunmak ceza sorumluluğunu oldukça daraltmaz mı? diyerek haklı bir eleştiri yapılabilir. Çünkü polisin görevi zaten tehlikeli anlarda bulunmaktır. Ve bu anlarda görevini iyi ifa edebilmesi ondan beklenmektedir. Polisin işi budur. Her polis her tehlikeli anda çatışma fizyolojisini yaşayarak hem görevini iyi bir şekilde icra edememiş olacak hem de ceza sorumluluğu bakımından da kusursuz olacak hatta görevini yeteri kadar ifa etmediğinden dolayı çıkan neticelerden polisin kusursuz sayılması da hakkaniyete aykırılık teşkil edecektir... gibi eleştiriler haklı ve makul eleştirilerdir. Şahsi kanaatim; evet her polis çatışma fizyolojisini yaşayacaktır fakat iyi bir eğitim verildiği takdirde çatışma fizyolojisini kontrol edecek ve bu sayede hem görevini layıkıyla yerine getirecektir hem de cezai sorumluluğu bulunmayacaktır. Esasen bu sorunun çözümü iyi bir EĞİTİM dir. Polis eğitiminde polis adaylarına TECRÜBEYLE yoğrulmuş bir eğitim verildiği takdirde bu tip vakıalar son derece azalması mümkündür. Ki daha önce de arz ettiğim üzere çatışma fizyolojisini kontrol altına alınması ancak ve ancak tecrübeyle sağlanmaktadır. Amerika' da polislik eğitimine baktığınızda suni çatışma ortamı yaratılarak, hatta polis adaylarının haberi olmaksızın gerçek bir çatışmaya gidiyormuşcasına tatbikat yapılıp bu şekilde eğitim verilmektedir. Bu şekilde öğrendiği tüm teknik bilgileriyle tecrübe kazanmaktadır.
Sonuç olarak; polislik ve askerlik meslekleri hassas mesleklerdir. Ayrıca üniformalı mesleklerin her zaman bir kudsiyeti bulunmaktadır. Tarihimiz boyunca üniformalı meslekler hep kutsal meslekler olmuştur. Dolayısıyla bu mesleklerin eğitimi de o kadar hassas olunmalıdır. Çatışma fizyolojisi ancak ve ancak tecrübeyle sağlanmaktadır. Bu tip vakıaların çözümü tecrübeyle yoğrulmuş eğitimdir. Aksi halde genç bir polis bir olay karşısında çatışma fizyolojisini yaşayacak belki bir insanın yaşamını yitirmesine sebebiyet verecek ayrıca kendisinin de cezai sorumluluğu olacaktır. Olayımızda Ethem Sarısülük yaşamını yitirmiştir. Ahmet Şahbaz'a ise ceza verilmiştir. Halbuki Ethem Sarısülük masum bir vatandaştır, Ahmet Şahbaz'ın ise kusuru yoktur. Peki tüm bunların müsebbibi kimdir?
SAYGILARIMLA...
YALOVA ÜNİVERSİTESİ HUKUK FAKÜLTESİ ÖĞRENCİSİ
A. ÇATIŞMA FİZYOLOJİSİ:
Çok cesur askerlerin de altına işediklerini biliyor muydunuz? Veya daha çok tehlike ile karşılaşan bireylerin aslında daha da şanslı olduklarını... İşte çatışma fizyolojisi dediğimiz husus; insanın bir tehlike anında vücudunun verdiği tepkidir. Bir tehlike, saldırı, korku anında insan vücudu kendiliğinden bazı tepkimeler verir. Örneğin; evinizde sakince uyurken büyük bir sesle uyandığınızı ve hemen karşınızda bir hırsız gördüğünüzü hayal edin. Veya gece vakti yolda yürürken karşıdan gelen eli bıçaklı bir adam gördüğünüzü... Hemen herkes böyle bir durum karşısında paniğe kapılır, vücudunuzda değişik tepkiler oluşur, kalbiniz hızlıca çarpar, nefes alışverişiniz artar, terlemeye başlarsınız. Bu tepkiler, karşınızdaki tehditten kaçmanız ya da savaşabilmeniz için gerekli olan değişimlerdir. Yani kısaca korku, tehlike anında ortaya çıkan bir hayatta kalma (survival) mekanizmasıdır.
Vücudumuz bir tehlike anında verdiği değişimlere adeta programlanmıştır. İnsan vücudu, tehlikeyi hissettiği andan itibaren otomatik olarak fiziksel değişim gösterir. Bu bireyin kendi iradesinde olan bir durum değil, vücudun kendi kendine gösterdiği bir değişimdir. İnsan bedeni tehlike anında kendisini savunmaya almaktadır. Şimdi ise tehlike anında insan bedeninin gösterdiği bazı değişimlerden bahsedelim;
– Kalp atışının artması ve güçlü bir şekilde çarpması: kanın ve oksijenin vücudun her yerine daha hızlı ulaşmasını sağlamak için... İnsan bedeni, otomatik olarak savunmaya geçer ve hayatta kalması için vücudun kan ve oksijen kontrolünü sağlar.
– Nefes alış ve hızının artması: vücuda daha fazla oksijen gitmesini sağlar. Nefessiz kalma, boğulma hissi, göğüste ağrı tıkanma gibi hislere yol açar. Aynı zamanda tehlikeli olmasa da beyine kan akışı azaldığı için kişi baş dönmesi, sıcak basması, buğulu görme ya da gerçeklikten kopukluk hisleri yaşamasına sebep olur.
– Kanın, bedenin hayati olmayan organlardan çekilip, hayati organlara yönelmesi: parmaklar el ve ayak gibi uzuvlardan kan çekilerek daha hayati organlara gider. Bu da tende solgunluk, uzuvlarda uyuşma, soğuma gibi belirtilere sebep olur. Kan çekilince deri kalınlığımız artar. Çünkü vücud tehlike anında bedeni korumak için otomatik olarak bir zırh gibi kendini korumayı amaçlamaktadır. Hatta korktuğumuzda ''rengin bembeyaz olmuş'' sözünün bilimsel açıklaması budur.
– Terlemenin artması: vücudun daha ıslak ve kaygan bir hale gelmesini sağlayarak, olası bir predator hayvanın yakalamasını önlemek, vücudu soğutarak aşırı ısınmayı ,harareti engellemek içindir.
– Sindirim sisteminin aktivitesinin yavaşlaması: kaç/ savaş tepkisine daha fazla enerji ayırabilmek içindir. Tükürük salınımının azalması ağızda kuruluk hislerini, sindirim sistemi aktivitesinin yavaşlaması da mide bulantısı gibi midede rahatsızlık hislerini sebep olur.
– Kas gerilmesi: kaçmak ya da savaşmaya hazırlamak için kaslar gerilir. Çünkü beden herhangi bir fiziksel müdahale ihtimaline karşılık insan iradesi dışında otomatik olarak kendini korumayı amaçlar. Bu da gerginlik, ağrılar, titreme gibi kişinin yorgun hissetmesine sebep olan belirtileri oluşturur.
- idrar kesesinin boşalması: tehlike anında, bedende otomatik olarak idrar kesesi boşalır, Korktuğumuzda altına işememizin sebebi budur.
İnsanın, tehlike anında bu tepkilerin vermesini sağlayan mekanizma sinir sistemimizdir. Otonom sinir sistemi; fizyolojik süreçleri düzenler ve bu düzenleme, bilinçli bir kontrol olmaksızın, özerk olarak gerçekleşir. Yani istemsiz faaliyetlerin çalışmasını kontrol eder. Otonom sinir sistemi, 2'e ayrılır;
1-) Sempatik sistem; bu sistem daha çok stres, tehlike ve heyecan anında devreye girer. Yukarıda bahsettiğim tehlike anındaki tepkileri bu sistem kontrol eder.
2-) Parasempatik sistem; bu sistem ise, stres, tehlike ve heyecan geçtiğinde organların tekrar normale dönmesini sağlar. Sempatik sistemden, parasempatik sisteme dönüş kişiden kişiye farklılık arz edebilir. Bazı kişiler için stres, heyecan ve korkusunun geçmesi uzun günler alabilir.
Yukarıda bahsettiğimiz üzere, insan vücudunun bir tehlike anında kendiliğinden otomatik olarak nasıl değişim gösterdiğini görmüş olduk. Fakat bahsetmediğimiz bir değişim var ki belki de en önemlisi ve konumuzla alakalı olan beyindeki değişimdir. Beynimizin yapısı itibariyle birçok lobları vardır. Konumuzla ilgisi bakımından burada sadece iki önemli lobdan bahsetmek isterim. Ön lob (frontal lob); kafamızın ön tarafında bulunan, bilgilerin öğrenildiği lobtur. Bilgiler burada depolanır. Analitik düşünme,muhakeme etmenin merkezidir. Bu lob, biliçli düşünmemizi sağlar. Yan lob(parietal lob) ise; kafamızın ortasında bulunan, orta beyin diye de adlandırılan lobtur. Bu lobun görevi ise, algılanan nesnenin yerini, yönünü saptamak, sağ ve sol ayrımı yapabilmek gibi işlevleri olan lobtur. Yan lob yani parietal lob bebekken sahip olduğumuz ve o zamandan itibaren gelişimini sağlayan lobtur. Daha iyi anlayabilmek için denilebilir ki; yan lob, ön lobu hiç olmayan bir beyinde insanın hayatını devam ettirebilmesi için gerekli olan önlemleri alan lobtur. Peki soru şu; bir tehlike anında beyindeki değişim nasıl olmaktadır?
Bir tehlike anında beyindeki ön lob kullanılamaz hale gelir. Yani ön lob işlevini yitirmektedir. Ön lobun işlevi; öğrendiğimiz bilgiler,analitik düşünme,muhakeme etmek ise tehlike anında bütün öğrendiğimiz bilgilerin hiçbir önemi olmamaktadır. Analitik düşünemeyiz ve tehlike anında ne yapacağımızı bilememekte ve muhakeme edememe durumuna gelmekteyiz. Bunu bir örnekle açıklamak gerekirse; bir kişi diyelim ki fiziki yapısı çok güçlü olsun. Ayrıca bütün dövüş sanatlarını çok iyi derecede bilsin. Hatta silah kullanma eğitimini de iyi derecede almış olsun. Akşam yolda yürürken karşıdan gelen zayıf ve güçsüz birisi ağzında küfürler savurarak bu kişinin üzerine yürümektedir. Bu durumda '''A'' kişisi diyelim, karşıdan gelen tehlikeyi fark etmektedir. Yukarıda bahsettiğimiz üzere, ''A'' kişisinin bedeni kendiliğinden otomatik olarak değişime uğramakta kalp atışı hızlanmakta, kanı çekilmekte, hızlı nefes alıp vermekte, gözbebekleri büyümekte ve hatta idrar kesesi boşalmaktadır. Bu değişimler ''A'' kişisinin elinde olan bir durum değildir. Vücud kendini otomatik olarak savunmaya almakta, sinir sistemimizdeki sempatik sistem devreye girmektedir. Yukarıda bahsettiğim gibi beyinde değişime uğramakta ve ön lob kullanılamaz hale gelmektedir. Ağzında küfürler savurarak üzerine gelen zayıf ve güçsüz biri bu da ''B''kişisi olsun. ''A'' kişisine saldırıya geçtiğinde, ''A'' kişisi en iyi şekilde bildiği dövüş sanatlarını, yakın savunma tekniklerini kullanamaz hale gelmektedir. Filmlerde çoğu kez izlediğimiz sahnelerde bir korku ve tehlike anında, kişi arabayı çalıştırmak istiyor fakat bir türlü araba kontağını takamıyor veya elindeki anahtarını düşürüyor veya kendisini öldürmek için kovalayan adamdan kaçmakta olan bir kişinin güvenli olan evine girmek için bir türlü kapıyı açamaması, anahtarını düşürmesi gibi sahnelerin temelinde insan bedeninin tehlike anında ne yapacağını bilememesinden kaynaklanmaktadır. Halbuki normal hayatında (yani parasempatik dönemde) çok rahatça açabileceği hatta bakmadan açabileceği bir kapıyı kişi sempatik dönemde açamama durumuna gelmektedir. Bunun sebebi beynimizdeki ön lobun devre dışı kalmasıdır. Peki bir tehlike anında ne yapılmalıdır? Çatışma fizyolojimizi nasıl kontrol altına alabiliriz? Bunun çözümü var mı? Var ise nedir?
Daha önce arz ettiğim gibi, tehlike anında beynimizin ön lobu ''iptal'' olmaktadır. Ön lobu iptal olan beyinde, yan lob(parietal lob) yani orta beyin devreye girmektedir. Orta beyin işlevi ise; algılanan nesnenin yerini yönünü tayin etmek, sağ sol ayrımı yapabilmek gibi temel işlevleri vardır. Aslında kısaca anlatmak gerekirse bebekken yaptığımız hareketleri yöneten lobtur. Yani bebekken bilgileri öğrenme imkanımız olmadığı için her şeyi tecrübe ederek uygularız. Örneğin; bir bebek çayın sıcak olduğunu bilmez. Ve elini çaya uzattığında,sıcaklığı hisseder ve elini geri çeker. Bundan sonra bu bebek çayın sıcak olduğunu tecrübe edinmiştir. Ve bir daha ki sefere edindiği tecrübeye binaen elini çaya uzatmayacaktır. Yukarıdaki sorulara cevap verilirse tehlike anında ön lob kullanılamıyorsa, devreye yan lob giriyorsa yan lob ise edindiğimiz tecrübeler ise tehlike anında çatışma fizyolojimizi kontrol edebilmemiz için ''TECRÜBEYE'' sahip olmamız gerekmektedir. Yazımın en başında dediğim gibi birçok tehlike anına maruz kalanların ne kadar şanslı olduklarının sebebi budur. Çünkü onlar artık tehlikeli durumlara karşı çok daha tecrübelidir. Ve tehlike anında çatışma fizyolojisini kontrol altına alabilmektedirler. Yukarıdaki örneğimize döner isek; ''B'' kişisi, ''A'' kişisine karşı saldırıya geçiyor. ''A'' kişisi eğer tehlikeli anlara karşı tecrübesi var ise, yaşadığı o çatışma fizyolojisini kontrol altına alacak ve edindiği bilgileri tecrübeyle birlikte uygulayacaktır. Çünkü ''A'' kişisi bu durumları önceden yaşadı ve artık ne şekilde hareket edebileceğini tecrübe etmiştir. Tabi ki ''A'' kişisi tecrübeli olsa dahi yine çatışma fizyolojisini yaşayacak, kalp atışı hızlanacak, idrar kesesi boşalacaktır. Fakat bunları yaşarken de ne şekilde hareket edebileceğini bilecektir. Birey istediği kadar yakın dövüş eğitimleri alsın, istediği kadar silah kullanma becerisi iyi olsun şayet tecrübesi yoksa bunların hiçbir manası kalmayacaktır.Buraya kadar çatışma fizyolojisini inceledik ve şimdi ise işi gereği tehlikeli durumlarda sıkça bulunan kolluk kuvvetlerinin, çatışma fizyolojisindeki yerine değineceğiz.
B. KOLLUK KUVVETLERİNİN ÇATIŞMA FİZYOLOJİSİNDEKİ YERİ:
Tehlikeli durumlarda sıkça karşılaşan meslek grubu askerler ve polislerdir. Askerler ve polisler toplumun huzur ve güvenliğini sağlamak adına tehlikeli ve stresli ortamlarda bulunmaktadırlar. Çünkü devlet ile toplumun sosyal kontraktın en büyük teminatçılarından biri polistir. Dolayısıyla kolluk kuvvetlerine verilen eğitim, toplumun güvenliği açısından önem arz eder. Polislik, mesleği gereği birçok tehlike anında bulunması nedeniyle her polis çatışma fizyolojisini yaşamaktadır. Çünkü daha önce belirttiğimiz gibi çatışma fizyolojisi, insan iradesinden bağımsız,özerk biçimde devreye girmektedir.
Polis eğitiminde, bir polisin en temel bilmesi gereken öncelikle HUKUKTUR. Çağdaş polis eğitiminde,kolluk kuvvetlerine ''law enforcement'' denmektedir. Yani kanun koruyucu. Kanun bilmeyen bir polis kanunu nasıl koruyacaktır? Bu bakımdan hukuku öncelikle bilip,meslek gereği tehlikeli anlarda ne yapılacağına dair eğitimi de iyi bir şekilde almalıdır. Yakın dövüş, fiziki güç, temel atış tekniklerini iyi bilmesi gerekmektedir. Günümüzde maalesef sadece altı ayda polislik eğitimi verilmektedir. Bu altı ay içinde hem hukuku,hem diğer mesleki gerekliliklerini bir polis nasıl öğrenecektir! Hele ki konumuza dönersek altı ay içinde eğitim alan bir polis mesleğe başladığında,çatışma fizyolojisini yaşayacak bunu nasıl kontrol edecektir? Ki kolluk kuvvetleri en hassas olan meslek gruplarından biridir. Bir örnekle konuyu detaylı olarak inceleyelim; ''A'' kişisi, polislik mesleğini icra etmek için polis eğitim merkezinde eğitimine başlasın. Ve altı ay içinde, çok iyi bir eğitim alarak hem hukuku, hem mesleki eğitimini tamamlasın.(Tabi iyi derecede bir eğitim, altı ayda çok zordur,dolayısıyla olumlu düşünerek hareket etmek istiyorum. Ayrıca günümüz polis eğitimiyle alakalı ciddi sorunlar ayrı bir konudur.) Mesleki eğitimini tamamlayan ''A'' polisi, bir sokakta devriye gezerken, iki kişinin bir bankayı soyduğunu görmüş olsun. Kanunun ona yüklediği yükümlülüğü gereği olaya müdahale etmek zorundadır. Müdahale edeceği sırada ''A'' polisi çatışma fizyolojisini yaşayacak, yukarıda bahsettiğimiz bedendeki değişimlerin hepsi meydana gelecektir. Ve de en önemlisi ön lob ''iptal'' olacak, eğitimini iyi derecede aldığı bütün bilgileri, analitik düşünmeyi ne yapması gerektiğini uygulayamayacak hale gelecektir. Çünkü bu polisin, tecrübesi yoktur. Aldığı eğitimler tecrübeyle yoğrulmamıştır. Gerçek bir vakıadan yola çıkarsak, güneydoğuda pkklı teröristlerle askerimiz kırsal sahada çatışmaya girmiştir. Pkklı terörist sadece bir mermi atmış, askerimiz o merminin sesinden etkilenmiş, çatışma fizyolojisini yaşayarak adeta şoka girmiş etrafına boş ateş ederek sarjörünü bitirmiştir. Sonra bu terörist, sadece tek mermi harcayarak,bir mermisini daha kullanmamış,askerimizin başını keserek şehit etmiştir. Diğer bir gerçek vakıa ise; bir oto takip sonucu yakalanan şüphelileri etkisiz hale getiren polis memurları, şüpheliyi yere yatırarak kelepçe takmışlardır!(Aslında çatışma fizyolojisinin etkisiyle kelepçeyi polis memuru takamamıştır,bedendeki değişimin etkisiyle taktığını zannetmiştir.) Şüpheliyi etkisiz hale getiren polis memurları, çatışma fizyolojisini muhakkak yaşamışlardır. Daha sonra ekip arabasına şüpheliyi bindirip, karakola götürürken, şüpheli tam olarak takılmayan kelepçeden kendini kurtarak,polis memurundaki silahı bir anda alıp iki polis memurumuzu şehit etmiştir.
Bu tip olayların sebebi; askerimiz ve polisimiz ne kadar iyi bir eğitim alsa da tecrübesi yoksa bu aldıkları eğitimin, öğrendikleri bilginin hiçbir önemi yoktur. Amerikada'ki polis eğitiminde, polis adaylarına hiç haber verilmeden, gerçek bir çatışmaya girileceğini söyleyerek suni bir çatışma ortamı yaratırlar. Ve adaylar aldıkları eğitimi bu suni çatışma ortamında sıkça tekrar ederek tecrübe kazanırlar. Ayrıca Uluslararası Polis Şefleri Birliği(IACP) tarafından yayınlanan protokole göre,silahlı bir çatışmaya giren polis memuruna bu olayı müteakip 3-4 gün izin verilme zorunluluğu ortaya konmuştur. Bunun sebebi tehlike anında sempatik sistemimiz devreye girer, bedendeki değişimler yaşanır sonra bedenin tekrar eski hale gelmesi yani parasempatik sisteme dönmesi belli bir zaman almaktadır. Şayet bu izin verilmezse, polis hala çatışma fizyolojisinin etkisinde görevine devam etmekte olup, aldığı bütün eğitimini bir başka olayda dahi kullanamaz hale gelecektir. Ve bu durum oldukça ciddi,vahim sonuçlara neden olmaktadır. Çünkü,yüksek riskli,heyecan ve stres içeren hadiselerin hemen arkası bir polisin en kırılgan olduğu andır. Yukarıdaki örnekte olduğu gibi, oto takip sonucunda şüpheliyi etkisiz hale getirdikten hemen sonra, o polis ekibi başka işlem yapmayıp, başka bir ekip çağırarak diğer işlemleri o başka ekip yapmalıdır. Ve olaya müdahale eden ekibe de 3-4 gün izin verilmelidir. Ki Amerika'da durum bu şekildedir.
Ülkemizde verilen polis eğitiminin yeteri kadar verilmediği ve en önemlisi tecrübe eğitiminin sağlanamadığı için birçok olumsuz vakıalar meydana gelmektedir. Hatta günümüzdeki polis mesleğinin çalışma şartları incelendiğinde, riskli ve tehlikeli olaydan sonra izinlerin verilmemesi, mesai saatlerinin fazlalığı ve toplumsal olaylar meydana geldiğinde uykusuz kalan bir polisin tehlikeli durumlarda çatışma fizyolojisini yaşaması daha kolay olacaktır.Ve dolayısıyla bu tip olaylar sonucunda ölümler, yaralanmalar meydana gelip ve birçok polis soruşturma geçirmektedir. Peki bir polisin bu tip olaylar sonucunda hukuki sorumluluğu ne olacaktır? Bu durumu herhangi bir siyasi saikten uzak bir şekilde sadece hukuki olarak özelde ethem sarısülük davası üzerinden ele almak isterim.
C. ETHEM SARISÜLÜK DAVASI
1 Haziran 2013 tarihinde gezi parkı eylemlerine destek amacıyla Kızılay Meydanı'na giden Ethem Sarısülük başına isabet eden kurşunla yaşamını yitirdiği olayda, gezi parkı eylemlerinde eylemciler Kızılay Meydanı'nda Güvenpark civarında protestolara başlamış, kolluk kuvvetleri ise eyleme katılanları dağıtmak istemiştir. Görüntülerden izlediğimiz kadarıyla, çevik kuvvet ekibinden Ahmet Şahbaz eylemcilerle karşı karşıya kalmış ve silahından çıkan kurşunla Ethem Sarısülük'ün yaşamını yitirmesine sebep olmuştur.
Şimdi olayı konumuzla alakalı incelersek Ahmet Şahbaz adlı polis memuru toplumsal olaya müdahale etme esnasında yukarıda bahsettiğimiz çatışma fizyolojisini yaşadığı muhakkaktır. Çünkü tehlikeli ve stresli bir olayda insan vücudu özerk bir şekilde kendini korumayı amaçlamaktadır. Karşı tarafta eylemciler var ve bir kargaşa mevcuttur, hatta görüntülerden de anlaşılacağı üzere taşlar da atılmaktadır. Olayda PVSK md.16 'nın tartışılması kanaatimce gereksizdir. Çünkü olayda ilk olarak uyarı, sonra bedeni kuvvet, ardından maddi güç daha sonrasında ise kanuni şartlar gerçekleştiğinde silah kullanması kademeli olarak gerçekleşmiştir. Silah kullanmada kanuni şartlar söz konusu maddede belirtilmiş, ''DUR'' ihtarı yaptıktan sonra hala olay devam etmekte ise eylemcileri dağıtmak için havaya ateş edilmiştir. İşte tam bu noktada Ahmet Şahbaz bu kargaşanın içinde çatışma fizyolojisi yaşadığı muhakkak olduğu için 3 el ateş ettikten sonra sonuncu mermi Ethem Sarısülük'ün başına isabet etmiş ve Ethem Sarısülük yaşamını yitirmiştir. Ahmet Şahbaz'ın polislik eğitiminde aldığı temel atış teknikleri eğitimi iyi veya kötü olduğuna bakmıyorum. Çünkü silah kullanma becerisi her ne kadar iyi olsa da Ahmet Şahbaz çatışma fizyolojisinin etkisiyle ön lobu kullanamaz hale gelecek ve öğrendiği tüm bilgileri uygulayamayacak durumda olacaktır. Çünkü daha kendisi genç ve daha önce hiç böyle bir tecrübe yaşamamış ve iyi eğitim verilmediğinden böyle bir tecrübeyi de kazanamamıştır.
Yargılama sürecine geldiğimizde, Ankara 6'ncı Ağır ceza mahkemesi 'olası kastla adam öldürme' suçundan yargılanan Ahmet Şahbaz'a 7 yıl, 9 ay,10 gün hapis verdi. Karar temyiz edildi, Yargıtay 1'nci Ceza Dairesi kararı usulden bozarak, dosyayı yerel mahkemeye gönderdi. Yerel mahkeme TCK md.27/1 meşru müdafaada sınırın aşılması kapsamında değerlendirmiş daha sonra TCK md.62/1 kapsamında 1/6 oranında indirim yaparak 1 yıl, 8 ay ardından iyi hal indirimiyle birlikte 1 yıl,4 ay, 20 gün hapis cezası verdi. Mahkeme heyeti hapis cezasını 10 bin 100 lira para cezasına çevirmiştir.
C. HUKUKİ DEĞERLENDİRME:
Hukuki değerlendirmeye geldiğimizde, mahkeme kararlarını incelemeden önce öldürme suçu bakımından Ahmet Şahbaz'ın yaptığı hareketin ceza hukuku bakımından ''fiil'' kavramına girip girmediği hususuna kısaca değinmek isterim. Ceza hukuku kapsamında fiil; kişinin iradesi tarafından hükmedilen veya hükmedilebilecek, belirli amaca yönelen, dış dünyada cereyan eden icrai yahut ihmali bir insan davranışıdır.(Artuk- Gökçen- Yenidünya) İzzet Özgenç'e göre fiil; kişinin iradesiyle hakim olduğu belli bir neticeyi gerçekleştirmeye matuf ve harici dünyada cereyan eden bir davranıştır. Bu bakımdan fiil kavramını incelediğimizde öncelikli olarak sadece iradi olan insan davranışları fiil niteliğine sahiptir. Dolayısıyla yönlendirici iradenin ürünü olmayan davranışlar ceza hukuku bakımından önem arz etmemektedir. İkinci olarak; bir insan davranışı olmalıdır. Doğal olaylar ve hayvan hareketleri fiil vasfına haiz değildir. Ayrıca belirli bir fiil olmalı ve dış dünyaya herhangi bir etkisi olmalıdır. Olayı incelediğimizde, Ahmet Şahbaz çatışma fizyolojisinin etkisiyle bir hareket gerçekleştirmektedir. Çatışma fizyolojisinde bahsettiğimiz üzere, insan bedeni özerk bir şekilde hareket etmekte ve irade dışı değişim göstermektedir. İşte bu noktada fiilin iradi olmasının gerekliliği kapsamında değerlendirilmesi gerekir. Yani Ahmet Şahbaz'ın hareketi yönlendirici iradenin ürünü müdür? Kanaatimce Ahmet Şahbaz'ın hareketi ceza hukuku bakımından fiil vasfına haizdir. Çünkü ceza hukuku anlamında fiil ile fiil olmayan arasındaki sınır iradenin mutlak olarak devre dışı kalıp kalmamasıyla ilgilidir. Esasen bu olayda irade mutlak olarak devre dışı kalmamaktadır. Objektif olarak bir irade mevcuttur. Çatışma fizyolojisinin etkisiyle yönlendirici irade, ön lobun etkisinde değil fakat yan lobun etkisiyle hareket etmektedir. Dolayısıyla yönlendirici irade yan lobtur. Sonuç olarak irade mevcuttur. Fakat bu irade yani yan lobun etkisinde olan irade, tecrübelerle edindiğimiz otomatik davranışlardır. Bu davranışlar kemikleşmiş reaksiyon olarak değerlendirilir. Bu durum bahsi geçen davranışın güncel bilinçle yapılmadığını gösterir, ancak buna rağmen davranışı yapan iradesini yönlendirme imkanına sahiptir.(Artuk- Gökçen- Yenidünya) Yani hareket fiil vasfına haizdir fakat failin kusurlu olup olmadığı hususu gündeme gelebilir. Önemle belirtmek gerekir ki; zorlanmışlık nedeniyle kusurun söz konusu olamayacağı halle, irade ürünü olmayan ve dolayısıyla fiil vasfına haiz olmayan insan davranışı arasındaki sınır; her müşahhas olayın şartları dikkate alınarak tayin edilmelidir.(İzzet Özgenç) Sonuç olarak Ahmet Şahbaz'ın hareketi ceza hukuku anlamında fiil kapsamındadır.
Fiil kavramını kısaca arz ettikten sonra ilk olarak Ankara 6'ncı Ağır ceza mahkemesi'nin verdiği 'olası kastla adam öldürme' suçunu irdeleyelim. Mahkeme suçun maddi unsurlarının gerçekleştiğine kanaat getirdikten sonra manevi unsurlar bakımından olayı çözmüş adam öldürme suçunun olası kastla işlendiğine hükmetmiştir. Kast; TCK'nın tanımına göre;''suçun kanuni tanımındaki unsurların bilerek ve istenerek gerçekleştirilmesidir.'' Buna göre kastın iki unsuru olan ''bilme''ve '' isteme'' söz konusudur. Kastın türlerinden biri olan olası kast ise; yine TCK 21/2'de '' kişinin suçun kanuni tanımındaki unsurların gerçekleşebileceğini öngörmesine rağmen fiili işlemesi''şeklinde tanımlanmıştır. Yani fail, suçun unsurlarını öngörmüş fakat isteme unsuru eksik kalmıştır. Fail işlediği fiilin muhtemel bazı neticeleri olabileceğini öngörmüş ve bu neticeler muhtemel ve mümkün olabileceğini tasavvur etmiş ama bu neticeleri kabullenmiş, göze almış, kayıtsız kalmış, engellemek için hiçbir çaba harcamamış fiiline devam etmiş, olayın seyrine bırakmış kısacası ''olursa olsun'' demiştir. Olası kast için; fail suçun unsurlarını gerçekleştireceği tehlikenin varlığını bilmesi gerekmektedir. Böyle bir tehlikenin gerçekleşebileceğini ciddiye alıp, tehlikenin gerçekleşmesini kabullenmesi gerekmektedir. Bu unsurlar gerçekleştiği takdirde olası kasttan bahsedebiliriz. Somut olaya gelince, Ahmet Şahbaz, olay yerinde kendisine saldıran kalabalığa karşı kendini korumak ve kalabalığı dağıtmak adına havaya üç el ateş etmiştir. Yani Ahmet Şahbaz'ın asıl amacı kendini korumak ve kalabalığı dağıtmaktır. Bunu yaparken de silahını çektiğinde Ethem Sarısülük'ün başına kurşun isabet etmesi durumu yani tali nitelikteki muhtemel netice olan başına kurşun isabet etmesini kanaatimce göze almış değildir. Ölürse de ölsün mantığıyla hareket etmemiştir. Çünkü görüntülerde izlediğimiz kadarıyla silahıyla 3 el ateş ettikten hemen sonra arkasını dönerek kaçıp, bir an önce o tehlikeli bölgeden kendini uzaklaştırmak istemiştir. Ahmet Şahbaz'ın o andaki tavır davranışları bakımından zannımca öldürme suçu kapsamında olası kastı söz konusu değildir.
Temyiz üzerine Yargıtay 1'nci Ceza Dairesi'ne dava dosyayı gitmiştir. Yargıtay kararı usulden bozarak( Yargıtay usulden bozduğu için Yargıtay'ın bu bozma kararını incelememiş bulunmaktayım.) yerel mahkemeye göndermiştir. Yerel mahkeme tekrar esasa girerek inceleme yaparak ''Meşru müdafaada kastı aşarak ölüme neden olma'' suçuna hükmetmiştir. Yerel mahkemenin bu kararını incelediğimizde; yerel mahkeme TCK md.27/1 kapsamında değerlendirmiş, olayda bir hukuka uygunluk sebebinin varlığını tespit edip, bu hukuka uygunluk sebeplerinde sınırın aşıldığına kanaat getirmiştir. İlk olarak somut olayda bir hukuka uygunluk sebebini tespit edip, mevcut şartlarda bu sebebin oluşup oluşmadığını irdelemek gerekir.
Mahkeme somut olayı hukuka uygunluk sebeplerinden meşru müdafaa kapsamında değerlendirmiştir. Aslında zannımca burada birden fazla hukuka uygunluk sebebi vardır. Birincisi; mahkemenin tespit ettiği TCK md. 25/1 meşru müdafaa, ikincisi TCK md.24/1 görevin yerine getirilmesidir. Bu iki hukuka uygunluk sebebi yarışmıştır. Fakat mahkeme meşru müdafaa kapsamında değerlendirmiştir. PVSK md.16 kapsamında ''Polis, kendisine veya başkasına yönelik bir saldırı karşısında, zor kullanmaya ilişkin koşullara bağlı kalmaksızın, 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun meşru savunmaya ilişkin hükümleri çerçevesinde savunmada bulunur.'' Meşru müdafaa TCK md.25/1; Gerek kendisine ve gerek başkasına ait bir hakka yönelmiş, gerçekleşen, gerçekleşmesi veya tekrarı muhakkak olan haksız bir saldırıyı o anda hal ve koşullara göre saldırı ile orantılı biçimde defetmek zorunluluğu ile işlenen fiillerden dolayı faile ceza verilmez.
Meşru müdafaanın şartlarını incelediğimizde; saldırıya ilişkin şartlar bakımından; öncelikle mevcut, gerçekleşmesi veya tekrarı kesin olan bir saldırı olmalı, bu saldırı haksız olmalı ve gerek kendisine gerek başkasına ait bir hakka yönelmiş olmalıdır. Olayımızı incelediğimizde, görüntülerden de anlaşılacağı üzere Ahmet Şahbaz'a eylemciler tarafından bir saldırı olduğu muhakkaktır. Saldırının haksız olması; hukuk düzeninin izin vermediği bir saldırı demektir. Bu hukuk düzenini tüm hukuk düzeni bağlamında düşünülmelidir. Bu kapsamda hukuk düzeni tarafından (valiliklerce izin verilmeyen) izin verilmeyen bir toplumsal olayda polise saldırı haksız bir saldırıdır. Zaten polise saldırı başlı başına haksız bir saldırıdır. Ve Ahmet Şahbaz'ın vücut dokunulmazlığı hakkına bir saldırı mevcuttur. Savunmaya ilişkin şartlar bakımından; savunmanın gerekli olması ve saldırı ile savunma arasında bir oran bulunması gerekir. Olayda saldırı ve savunma arasında oran tartışılabilir. Çünkü bu durum savunmanın meşruluğunun esasını oluşturmaktadır. Olması gereken maruz kalınan saldırıyı defedecek ölçüde olmasıdır. Ölçüsüzlük halinde sınır aşılmıştır. Savunmada kullanılan aracın saldırıyı uzaklaştırmaya yetecek ölçüde kullanılıp kullanılmadığı önemlidir. Bu bağlamda dikkatsizlik ve özensizlik sebebiyle araç ölçüsüz kullanılırsa, savunmada sınırın taksir ile aşılması söz konusu olur. Buna karşılık içinde bulunduğu korku ,heyecan , ve telaştan dolayı aşılmışsa faile ceza verilmez.
Olayımıza döndüğümüzde, meşru müdafaa şartları gerçekleşmiştir. Fakat mahkeme bu hukuka uygunluk sebeplerinden biri olan meşru müdafaanın maddi şartlarında sınırın aşılmış olduğuna hükmetmiştir. (TCK md27/1) Bu madde hükmü sınırın ölçü yönünden aşıldığı hallerde uygulanır. Sınırın ölçü yönünden aşılması ile kastedilen, hukuka uygunluk sebeplerin maddi şartlarında sınırın aşılmış olmasıdır. Olayımızda meşru müdafaanın maddi şartlarında sınırın aşılması, savunmanın ölçüsünü aşmaktır. Olayda Ahmet Şahbaz saldırıyı defetmek amacıyla PVSK md.16 kapsamında hareket etmiş, havaya ateş etmek isterken çatışma fizyolojisinin etkisiyle bunu tam olarak yapamamış ve Ethem Sarısülük'ün yaşamını yitirmesine sebep olmuştur. TCK md. 27/1; ''Ceza sorumluluğunu kaldıran nedenlerde sınırın kast olmaksızın aşılması halinde, fiil taksirle işlendiğinde de cezalandırılıyorsa, taksirli suç için kanunda yazılı cezanın altıda birinden üçte birine kadarı indirilerek hükmolunur.'' Bu madde hükmü uyarınca, kast olmadığı muhakkaktır. Daha önce de arz ettiğim gibi kastın unsurlarından ''bilme'' ve ''isteme'' yoktur. Burada failin hareketi taksirinden ileri geldiğinin belirlenmesi ve işlenen suçunda taksirle işlenebileceği durumunda bu madde hükmü tatbik edilir. Öldürme suçu, taksirle işlenebilen bir suçtur. Peki Ahmet Şahbaz'ın taksirinden mi ileri gelmiştir?
TCK taksir hakkında genel bir tanım yapmaktan kaçınmış, bilinçli ve bilinçsiz taksir olarak ele alıp ayrı ayrı tanım yapmıştır. TCK md.22/2 de belirtilen ''Taksir, dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla, bir davranışın suçun kanuni tanımında belirtilen neticesi öngörülmeyerek gerçekleştirilmesidir.'' Taksirin cezalandırılmasının nedeni toplumun fertlere yüklediği dikkat ve özen yükümlülüğüdür. Toplumda var olan ''güven prensibi'' ilkesine dayalıdır. Toplumsal hayatta yaşayan her birey, diğer bireylerin dikkat ve özenli davranacağına güvenmektedir. Esasen taksirin özünü objektif özen yükümlülüğünün ihlali oluşturmaktır. Objektif özen yükümlülüğünden kasıt, failin kişisel özellikleri dikkate alınmaksızın ve failin somut olayda hangi özeni gösterdiğine bakılmaksızın genel olarak gerekli olan özen ifade edilmektedir. Failin durumundaki makul ve tedbirli bir insanın tercih edeceği davranış özenli davranıştır. Yani burada dikkat ve özen yükümlülüğünü objektif olarak ele alınıp, öngörülebilir bir neticeye ortalama herhangi bir insanın göstermesi gereken dikkat ve özen söz konusudur. Burada dikkat edilmesi gereken neticenin öngörülebilirlik hususudur. Yani objektif özen yükümlülüğünün yerine getirilmesi öngörülebilir olmasıdır. Daha iyi anlatımla, failin mensubu bulunduğu toplum kesiminin ortalama bir ferdi bakımından, dikkat ve özen yükümlülüğünün ihlalinin suç tipini gerçekleştirmesini öngörüp öngöremeyeceği araştırılmalıdır. Fakat burada dikkat edilmesi gereken az sonra arz edeceğim üzere failin bu dikkat ve özenin kendisinden beklenip beklenmeyeceği hususuyla karıştırılmamasıdır.. Burada hem objektif özen yükümlülüğünü hem de objektif özen yükümlülüğünün öngörülebilirliğini objektif olarak ele alınmaktadır.Taksirli suçun haksızlık unsurunu yani tipikliğini yukarıda bahsettiğimiz objektif özen yükümlülüğünün ihlali oluşturmaktadır. Bu yükümlülüğün ihlali bakımından failin kişisel olarak kınanabilip kınanamayacağı ise kusur bakımından bir değerlendirme gerektirmektedir O halde taksir için iki önemli nokta; birincisi taksirli suçun objektif yönünü belirlememiz lazımdır. Ki yukarıda bahsettiğimiz açıklamalar taksirin objektif yönünü, haksızlık unsurunu, tipikliğini ortaya koymaktadır. İkinci olarak; Öngörülen dikkat ve özen yükümlülüğünün kişisel olarak failin zekası, eğitimi, kabiliyeti, tecrübesi, vs. göre yerine getirilip getirilemeyeceğine bakılmalıdır.'''' Taksirli suçta mutlaka normatif bir değerlendirme unsuruna ihtiyaç vardır. Taksirli sorumluluğun esası, objektif dikkat ve özen yükümlülüğünün ihlali ile zararlı veya tehlikeli neticenin öngörülmemesi (bilinçsiz taksir) veya öngörülmesine rağmen önlenememesidir.(bilinçli taksir) Dikkat ve özen yükümlülüğünün ihlali sebebiyle failin kınanabilip-kınanamayacağı ise ayrı bir değerlendirmeyi gerekli kılmaktadır. Bu değerlendirme objektif değil, sübjektif bir nitelik arz etmektedir. ''ortalama insan'' veya '' failin mensup olduğu sosyal sınıfın ortalama insanı'' değil, failin kişisel nitelikleri dikkate alınarak zekası, eğitimi, yaşam koşulları, tecrübeleri somut olayda bu yükümlülüğü yerine getirip getiremeyeceği göz önünde bulundurulmalıdır.''''(Artuk-Gökçen-Yenidünya) Bu noktadan bakıldığında objektif dikkat ve özen yükümlülüğünün ihlali taksirin haksızlık unsurunu, bu yükümlülüğün failden beklenip beklenemeyeceği ise kusurluluğu ilgilendirmektedir. Buna taksirin çifte fonksiyonu adı verilmektedir. İzzet ÖZGENÇ de benzer şekilde yaklaşmış; ''Haksızlık teşkil eden fiilin işlenmesi halinde bu haksızlığı gerçekleştiren kişinin şahsi özelliklerini dikkate almaksızın, bu fiil hakkında değerlendirme yargısında bulunulmalıdır. Buna karşılık, kusur söz konusu olduğunda, gerçekleştirdiği haksızlık dolayısıyla bir insan olarak faili hangi şartlarda sorumlu tutabileceğimiz tetkik konusu edilmektedir. Kısaca kusur, gerçekleştirdiği haksızlıkla ilgili olarak faildeki '' iradenin oluşum şartlarının tespiti'' ve bu tespite binaen gerçekleştirdiği haksızlık dolayısıyla failin şahsen muaheze edilmesi gerekip gerekmediği hususundaki yargıyı ifade eder.'' Sonuç olarak taksirden bahsedebilmemiz için iki önemli şartımız vardır. Birincisi; objektif özen yükümlüğünün ihlalinin tespiti (taksirin haksızlık unsuru) ikincisi ise; bu özen yükümlülüğü ihlalinin failden beklenip beklenemeyeceği hususudur. Bu iki şartın birlikte gerçekleşmesi elzemdir. Şimdi bu bilgiler ışığında somut olayımız olan Ethem Sarısülük davasında verilen kararı yorumlayalım.
Olayda Ahmet Şahbaz toplumsal olaya müdahale etmek ve kendini korumak amacıyla silahını alıp havaya 3 el ateş etmiştir. Son kursun Ethem Sarısülük'ün başına isabet etmiştir. Normal olarak bir polisten beklenen silahını doğru bir şekilde ele alıp, nizami şekilde havaya ateş etmesidir. Çünkü verilen eğitim bunu gerektirmektedir. Bunun için polis meslek yüksek okullarında Temel Atış ve Teknikleri dersi zorunlu olarak okutulmakta ayrıca kamp dönemlerinde silahlı eğitim sıklıkla verilmektedir. Ortalama olarak bir polisten beklenen silahını beceriyle kullanmasıdır. Dolayısıyla taksirin haksızlık unsuru olan objektif özen yükümlülüğünün ihlali somut olayımızda mevcuttur. Burada ayrıca belirtmem gerekir ki bilirkişi raporları ve Ahmet Şahbaz'ın polis meslek yüksek okulunda Temel Atış Ve Teknikleri dersindeki başarı durumu da ayrıca incelenmelidir. Taksirden söz edebilmemiz için ikinci husus; bu özen yükümlülüğü ihlalinin Ahmet Şahbaz'dan beklenip beklenemeyeceği hususudur. Daha önce sıklıkla bahsettiğim üzere çatışma fizyolojisi bir tehlike ve stres anında bedende insan iradesinden özerk olarak değişim göstermekte ve en önemlisi beyindeki ön lobun kullanılamaz hale gelip yan lobun devreye girmesidir. Ahmet Şahbaz tehlikeli ve stresli bir ortamdadır. Bedeni kendi iradesinden özerk biçimde değişim göstermekte ön lobun işlevini yitirmesiyle öğrendiği tüm bilgileri uygulayamaz hale gelmektedir. Ahmet Şahbaz polislik eğitimini iyi derecede alsa dahi Temel Atış Ve Teknikleri çok iyi olsa dahi o anda istese de uygulayamacak durumdadır. Ve bu durum kendi iradesinden özerk biçimdedir. Ahmet Şahbaz'dan o an için silahını iyi derecede kullanması beklenemez. Yani özen yükümlülüğünün ihlali Ahmet Şahbaz'dan beklenemez. Çünkü çatışma fizyoloji fizyolojik bir durumdur. Bu bakımdan ötürü Ahmet Şahbaz'ın kınanabilip kınanamayacağı hususundaki kusur değerlendirmesi yaptığımızda kanımca Ahmet Şahbaz'ın kusuru bulunmamaktadır. Çünkü kusurun iki unsurundan biri olan irade yeteneği mevcut değildir. İrade yeteneği; İşlediği fiilin hukuki anlam ve muhtevasını idrak eden kişinin kendisine etkide bulunan, sevki tabiileri, iç dürtüleri kontrol altına alarak, toplumda mevcut ve hakim değerler ve dolayısıyla davranış normlarının kendisine yüklediği yükümlülükler doğrultusunda karar verme yeteneğine sahip olmasını ifade eder. Kişi ruhen sağlıklı, yetişkin, her insanın normal şartlar altında sahip olduğu davranışlarını yönlendirebilme kabiliyetine işlediği fiil açısından müşahhas olayda sahip olmalı ki kusurundan bahsedelim.(İzzet ÖZGENÇ)
Ahmet Şahbaz genç bir polis olması ve tecrübeyle yoğrulmamış iyi bir eğitim verilmemesinden ötürü çatışma fizyolojisini kontrol altına alamamıştır. Şayet tecrübeyle yoğrulmuş iyi bir eğitim verilseydi Ahmet Şahbaz tehlikeli anda devreye giren yan lobunu ihmal etmemiş olacak ve nasıl davranması gerektiği gibi öyle davranacaktı. Kişinin akletme kabiliyeti bakımından, ruhi bakımdan bir maluliyet, objektif özen yükümlülüğünün şuurunda olmadığı veya içinde bulunduğu şartlar itibariyle irade kabiliyetinin mevcut olmadığı hususlarında şayet müşahhas olarak dayanak noktaları mevcut ise taksirle işlenen suçtan dolayı fail kusursuzdur. Sonuç olarak Ahmet Şahbaz'ın o anda çatışma fizyolojisini kontrol edememesi kendisinden beklenemeyeceğinden dolayı Ahmet Şahbaz'ın kusuru yoktur. Fakat taksirle işlenen suçun haksızlık teşkil etme özelliği varlığını korumaktadır. Dolayısıyla mahkeme ceza verilmesine yer olmadığına dair karar vermesi gerekirdi. Esasen mahkeme çatışma fizyolojisini dikkate alsaydı TCK md.27/2 ''Meşru savunmada sınırın aşılması mazur görülebilecek bir heyecan, korku veya telaştan ileri gelmiş ise faile ceza verilmez.'' Kapsamında değerlendirebilirdi. Mahkemenin TCK md.27/2 kapsamında değerlendirmemesi bize şunu göstermektedir. Failin kusurlu olduğunu, mahkeme heyeti kanaat getirmiştir. Şayet mahkeme heyeti failin kusurunun olmadığına kanaat getirseydi TCK 27/2' e gidebilirdi. Fakat TCK md.27/2 hukuka uygunluk sebeplerinden sadece meşru müdafaa ya ilişkindir. Yani diğer hukuka uygunluk sebeplerinde sınırın korku, telaş, ve heyecandan kaynaklı sınırın aşılmasında bu hüküm tatbik edilemeyecektir. Örneğin; somut olayda mahkeme heyeti hukuka uygunluk sebeplerinden TCK md.24/1 kanun hükmünü yerine getirme kapsamında değerlendirseydi korku,telaş, heyecan veya çatışma fizyolojisinden dolayı TCK md.27/2 kapsamında değerlendiremeyecek ancak TCK md.27/1 kapsamında değerlendirip, yukarıda açıkladığımız hususları dikkate alması gerekecekti.
D. ELEŞTİRİ VE SONUÇ:
Şimdiye kadar çatışma fizyolojisinin ne olduğunu, insan bedeninin tehlikeli anlarda ne tür bir değişim gösterdiğini, tehlikeli ve stresli anlarda sık bulunan kolluk kuvvetlerindeki yerini ve özelde Ethem Sarısülük davasını arz etmiş bulunduk. Çatışma fizyolojisi tehlikeli ve stresli anlarda kendini gösterdiğinden ötürü her tehlikeli ve stresli anlarda bireyler de bu değişimi yaşamaktadırlar. Ve en çok da meslekleri gereği bu tehlikeli anlarda bulunan kolluk kuvvetleri çatışma fizyolojisine maruz kalmaktadır. O zaman ceza sorumluluğu bakımından bu çatışma fizyolojisinin etkisiyle bireyde kusur değerlendirmesi yaparak kusursuz yargısında bulunmak ceza sorumluluğunu oldukça daraltmaz mı? diyerek haklı bir eleştiri yapılabilir. Çünkü polisin görevi zaten tehlikeli anlarda bulunmaktır. Ve bu anlarda görevini iyi ifa edebilmesi ondan beklenmektedir. Polisin işi budur. Her polis her tehlikeli anda çatışma fizyolojisini yaşayarak hem görevini iyi bir şekilde icra edememiş olacak hem de ceza sorumluluğu bakımından da kusursuz olacak hatta görevini yeteri kadar ifa etmediğinden dolayı çıkan neticelerden polisin kusursuz sayılması da hakkaniyete aykırılık teşkil edecektir... gibi eleştiriler haklı ve makul eleştirilerdir. Şahsi kanaatim; evet her polis çatışma fizyolojisini yaşayacaktır fakat iyi bir eğitim verildiği takdirde çatışma fizyolojisini kontrol edecek ve bu sayede hem görevini layıkıyla yerine getirecektir hem de cezai sorumluluğu bulunmayacaktır. Esasen bu sorunun çözümü iyi bir EĞİTİM dir. Polis eğitiminde polis adaylarına TECRÜBEYLE yoğrulmuş bir eğitim verildiği takdirde bu tip vakıalar son derece azalması mümkündür. Ki daha önce de arz ettiğim üzere çatışma fizyolojisini kontrol altına alınması ancak ve ancak tecrübeyle sağlanmaktadır. Amerika' da polislik eğitimine baktığınızda suni çatışma ortamı yaratılarak, hatta polis adaylarının haberi olmaksızın gerçek bir çatışmaya gidiyormuşcasına tatbikat yapılıp bu şekilde eğitim verilmektedir. Bu şekilde öğrendiği tüm teknik bilgileriyle tecrübe kazanmaktadır.
Sonuç olarak; polislik ve askerlik meslekleri hassas mesleklerdir. Ayrıca üniformalı mesleklerin her zaman bir kudsiyeti bulunmaktadır. Tarihimiz boyunca üniformalı meslekler hep kutsal meslekler olmuştur. Dolayısıyla bu mesleklerin eğitimi de o kadar hassas olunmalıdır. Çatışma fizyolojisi ancak ve ancak tecrübeyle sağlanmaktadır. Bu tip vakıaların çözümü tecrübeyle yoğrulmuş eğitimdir. Aksi halde genç bir polis bir olay karşısında çatışma fizyolojisini yaşayacak belki bir insanın yaşamını yitirmesine sebebiyet verecek ayrıca kendisinin de cezai sorumluluğu olacaktır. Olayımızda Ethem Sarısülük yaşamını yitirmiştir. Ahmet Şahbaz'a ise ceza verilmiştir. Halbuki Ethem Sarısülük masum bir vatandaştır, Ahmet Şahbaz'ın ise kusuru yoktur. Peki tüm bunların müsebbibi kimdir?
SAYGILARIMLA...


Yorumlar
Yorum Gönder